Anasayfa / Manşet / Ünlü Sinemacı GiTMEDYA Öğrencileri ile Buluştu

Ünlü Sinemacı GiTMEDYA Öğrencileri ile Buluştu

Aytekin Çakmakçı GiTT Atölyesi’nde

Uşak Üniversitesi Görsel İşitsel Teknikler Topluluğu, “Sinemada Işık ve Gölgenin Gücü” adlı söyleşiyi Altın Portakal ve Altın Koza gibi prestijli ödüllerin sahibi görüntü yönetmeni Aytekin Çakmakçı’nın katılımıyla gerçekleştirdi. 51 yıllık sektör hayatına Muhsin Bey, Arabesk, Tatar Ramazan ve Uzlaşma gibi bilinen filmleri sığdıran Çakmakçı, Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu Konferans Salonunda gerçekleştirilen söyleşide topluluk üyeleri ve sinemaseverler ile buluştu. Türk sinemasının önemli isimlerinden Çakmakçı’nın görüntünün dili üzerine yaptığı söyleşiye günler öncesinden başlayan tüm duyuru çalışmalarına rağmen, çoğunlukla SBMYO ve GiTMEDYA öğrencilerinin ilgi göstermesi ise dikkatlerden kaçmadı.

Söyleşiye “Şimdi size benim inandığım doğruları, sinemayı görsel olarak nasıl gördüğümü anlatacağım. Bu sohbetten kendinizi sorgulamış olarak çıkmanız en büyük umudum olur” sözleri ile başlayan Çakmakçı, görüntü yönetmenliğini üstlendiği 9 filmden oluşan kolaj eşliğinde katılımcılara sinemada ışık ve gölgenin görüntüdeki estetik algıya ve filmin içeriğine olan etkisinden bahsetti.

aytek-7

Güzel kelimesinden rahatsız olduğunu ve güzel ve doğru ikilisinden ilk seçimin ‘doğru’ olması gerektiğinin altını çizen ünlü yönetmen, “Benim için güzel görüntü değil, doğru görüntü esas olandır. Eğer görüntü doğruysa güzel olur. Ama güzel olan, doğru olmayabilir. Neye göre doğru? Sahnenin dramaturjisiyle örtüşmesi lazım” diyerek bu kavramlara yönelik düşüncelerini aktardı.

Empresyonizm (İzlenimcilik) akımının başladığı yıllarda, bir tepede film çeken yabancıları görüp çekimleri uzaktan izlediğini söyleyen Çakmakçı, bu akımdan çok etkilendiğini dile getirdi. Aytekin Çakmakçı, bu yaklaşımı Türkiye’de uygulamak istediğinde hangi zorluklar ile karşılaştığını ise şu sözlerle anlattı: “Orada filmciler çalışıyordu, ilgilendim çünkü biz biliriz ya karanlık yerlerden ışık verilir. Bu ark lambaları, büyük gün ışığı lambaları dışarıdan içeriye doğru veriliyor. Ben de şöyle düşündüm; İnsanlarda klasik bir algı var. Dışarıdan ışık gelmesine rağmen neden bir de ark takviyesi yapılıyor? Bu dikkatimi çekti. Sonra biraz oyalanayım dedim, izlemeye başladım, derken, akşama kadar orada kaldım. Çünkü her şey benim öğrendiğimin dışında gelişiyordu. Ve bu görselliği, sevmeye başladım. Bunun adı empresyonistliğin ve doğalcılığın oluşumu idi.”

aytek-4

Yoğun katılımın gerçekleştiği söyleşi Aytekin Çakmakçı’nın katılımcıların sorularını yanıtlaması ve topluluk tarafından kendisine plaket takdim edilmesi ile sonlandı. İki saatlik bir aranın ardından Çakmakçı topluluk üyeleri ile tekrar bir araya gelerek uygulamalı görüntü yönetmenliği atölyesi gerçekleştirdi.

 SÖYLEŞİ’DEN BAŞLIKLAR

Aytekin Çakmakçı’nın Sinema Üslubu

“İlk başta klasiğin tartışılmaz olduğu bir Türk sinemasında üstelik de ustalarımdan hep klasik öğretiler almış olmama rağmen görüntü yönetmeni olduktan sonra Türk sinemasına tamamen yabancı olan resim sanatında olmayan ama sinematografide bir üslup ve değer kazanan doğalcılığın ve empresyonistliğin birleştiği bir üslup. Dünya sinemasındaki iyi film örneklerinde uygulanmaya başlandığını gördüm. O görüş dikkatimi çektiği yıllarda bir dün tepe taşından geçiyordum. Orda filmciler çalışıyordu, ilgilendim çünkü biz biliriz ya karanlık yerlerden ışık verilir. Bu ark lambaları, büyük gün ışığı lambaları dışarıdan içeriye doğru veriliyor. Bende şöyle düşündüm: ‘İnsanlarda klasik bir algı var. Dışarıdan ışık gelmesine rağmen neden birde ark takviyesi yapıyor. Bu dikkatimi çekti. Sonra biraz oyalanayım dedim, izlemeye başladım derken akşama kadar orda kaldım. Çünkü her şey benim öğrendiğim dışında gelişiyordu. Ve bu görselliği sevmeye başladım. Bunun adı empresyonistliğin ve doğalcılığın oluşumu idi. Bu görüş, bir anı, bir sohbet gibi gelmesin, bu benim hayatımdaki dönüşüm noktasıydı. Bunun üstüne gitmeye başladım. Acemice denemeler yapmaya başladım. İlk başta ‘hayır’ tepkisi hep olur. Israr edersen başarılı olduğuna inandırırsan, kabul ediş yavaş yavaş arkadan gelir. Bu aşamada 31 yıl önce Uşak’ta çektiğimiz Yılanların Öcü’nde bu uygulamayı yaptım. Daha önce denemeler yapıyordum. Birçok yönetmen karşı çıkıyordu, böyle bir anlayış yok diye. Şerif Gören benim çektiğim bu filmleri stüdyoda tesadüfen görüyor. Haber gönderiyor, bu filmi beraber çekelim diye. Ben de anlattım sıkıntılarımı. Bu üslubun doğru olduğunu ve Türk sinemasına oturması gerektiğini söyledim. Şerif Gören de aynı düşüncedeymiş. Sana tam destek vereceğim dedi ve hakikaten öyle oldu.Mesela Fatma Girik bana diyordu ki; ‘Kameranın yanından high light ışığı at gözbebeğime doğru’. Bende şunu söylüyordum; ‘Fatma hanım sizin bu istediğiniz ışık anlayışı yanlış’.”

“Görüntü, ‘Güzel’ Değil, ‘Doğru’ Olandır”

“Benim için görüntü ‘güzel’ değildir, doğru görüntü esas olandır. Eğer görüntü doğruysa, güzel olur. Ama güzel olan, doğru olmayabilir. Neye göre doğru? Görüntünün sahnenin dramaturjisiyle örtüşmesi lazım. Şimdi ben şöyle söylüyorum iyi bir film doğru görüntüler toplamıdır. Bu mesele yanlış anlaşılıyor. Doğru görüntüler, iyi film ne demek? Burada güzel görüntüden bahsetmiyoruz. Örneğin bir kare alın. O karenin içinde dramaturji nedir? Varsa diyalog seçimi, kamera açıları, kıyafetler, varsa kostüm dizaynı, senaryo yerleşimi,  görsel anlatım dili anlamında söylüyorum. Var ise müzik. Bütün bu elementlerin birleşimi bir kareyi meydana getirir ve başarılı bir sonuç çıkmışsa, bu kareler bir film içinde başarılı olarak ne kadar çoğunluktaysa, o, filmi iyi yapar. Yoksa görüntü çok fiyakalıymış o yüzden iyi film olur gibi algı, sakın düşünmeyin!

Aslında hiç ‘güzel’ peşinde olmadım. ‘Doğru’ peşinde oldum. Bir gün Adana Film Festivali’nde Altın Koza almıştım. Herkes tebrik ediyor, güzel diyerek tebrik ediyor. İçimden bunlar anlamıyorlar diyorum. Bir sinema yazarı, dedi ki; ‘Aytekin abi kutlarım seni’, Mum Kokulu Kadınlar için. ‘Filmi muhteşem görüntülerle desteklemişsin’ dedi.  Ben de dedim ki, ha ağzını öpeyim! nihayet beklediğim yorum geldi! Filmi desteklemek ne kadar güzel, zaten görevimiz bu olmalı.”

“Senaryo Yazmak Artık Ekip İşi”

“Bir metin yazarı eğer görselliği dramaturji ile desteklemişse, kelimeleri doğru seçmişse, çünkü senaryo grupları gelişti. Eskiden senaryoyu oturur tek kişi yazardı, şimdi diyalogları biri yazıyor hikayeyi birileri buluyor, bir konsept oluşturuluyor. Bence bu doğru bir yöntem. Mesela sadece kelime yazan insanlar var adı senaristtir diye geçer ama görevi diyalog yazarı o konuda muhteşem. Bazen üç kelimelik bir diyalog o sahnenin ruhunu toparlar. Az kelimeyle çok mana zikreder.  Şimdi bunu hafife almayalım. Öyle her önüne gelen üç kelimeyle toparlayıp anlatmayı beceremez.”

“Assolist, Hikâyenin Kendisidir”

“Bir insanın her şeyi bilme şansı yoktur. Ancak başına geldiği zaman her şeye cevap vermeye çalışır. Ama imkânı olursa genişler. Bu neye benzer; büyük parayla iyi film yapma şansın yükselir. Ama onu iyi bir film yapma kudreti yoktur. Çok pahalıya bir film çekmek onu iyi en iyi yapmaz. Ama iyi olma ihtimalini yükseltir. Bazen de çok başarılı bir konsept olur çok ucuz ve çok çabuk çekilmişlerin başarı şansı da zirve yapmıştır. Adı Vasfiye gibi mesela. Atıf abi 14 günde çekmişti onu. Belki de hayatının en başarılı filmidir.

Bir görüntü yönetmeni bir filmin önüne geçmemelidir. Arkada kalarak dramaturji, sinematografiyi desteklemelidir. Müzik çok öne çıkmamalıdır. Çok dikkat çekici olmamalıdır. Doğru bir çıkışta hikâyeye destek vermelidir. Sinemayı böyle düşünüyorum.”

Hangi branşı yapıyorsan yap, müziği, diyaloğu, görselliği, yönetimi! Assolist nedir? Assolist, hikâyenin kendisidir. Yani hikâye ve senaryoyu birleştirebilirsin.  Aynı sandala koyabilirsin. Filmin assolisti, ben görüntü yönetmeniyim ama filmin assolisti, senaryonun kendisidir. Hepimiz ona hizmet ederiz. Oyuncular, kamera, müzik, ışık, her şey ona hizmet eder.”

“Sinema, Yalanı, Dürüst Anlatmaktır”

“Bakın olmasa olmaz gerçeklerden biri şudur; Sinema bir yalan! Tamam doğru. İzleyici onun bir yalan olduğunu biliyor. İzleyicinin masum bir isteği var. Beklentisi var, filmcilerden. Filmi yapan başta yönetmenden ve yönetmenin şahsından diğerlerinden. Müziklerden, kostüm dizaynına kadar kafasındaki beklenti şu; “Film bir yalan tamam! Ben şu koltuğa oturuyorum senin yalanını izlemeye. Ama ne olur bana bu yalanı dürüst anlat. Yalanı yalanla anlatmaya çalışıp beni aptal yerine koyma. Elbette ki o koltuğa oturan sinema dilini bilmeyebilir. Bilmek zorunda da değil. İnsanların sağduyusu vardır. Bir yanlışlık varsa, ucuz dille gerçekliğe aykırı düşen ucuz bir uygulamayı gördüğünde onun sağduyusu harekete geçer. Bir kısa devre yaratır. O koltuğa oturduğunda filmi izlerken filmle beraber her seyirci bir yolculuğa çıkar. Sürprizleri yapacaksın ama kabul edilebilir sürprizler yapacaksın. Yani gerçekliğe yakın ve samimi olmalı. Dürüst anlatmalı. Bu dürüst anlatma kısmını lütfen yarın film çekerken umarım bir gün hepiniz film çekersiniz dürüst ve samimi olun ve orada ön jüri sizsiniz bunu seyirciye ben yuttururum diye anlatmayın. ‘Seyirci anlamaz!’ çok tehlikeli! Lütfen bu ‘seyirci anlamaz’ı kullanmayın. Bu sizi tehlikeli bir yola sokar.

Gerçeklik duygusu görüntüde hep olmak zorunda, sinematografide hep o gerçeklikten ayrılmamak zorunda. Kar çalışmaları hep zor olmuştur. Zorluğu nedir coğrafi koşullardan bahsetmiyorum o başlı başına bir olay. İşte seyircinin isteği o. Yani düz asfalt da yürümüyor orda karlarda yürüyor ve dağlarda yürüyor. İkincisi arkamda kar var, ben burada üşüme numarası yapıyorum, gerçekten kar olsa üşürüm. Bu gerçekliği size hissettirmem lazım. Daha iyi film izlemeniz için başka ne yapmam lazım? Karın dokusunu sizin gözlerinize sunmam lazım, paylaşmam lazım. Nasıl yapsam bunu? Şöyle yapmalıyız, fotoğraf çekerken de söylediğim geçerli. Aks diyoruz şöyle. Siz bu aksın şu tarafında kaldınız; eğer karda çalışıyorsak bakmalıyım güneş nerede? Güneş nerede olması lazım kar dokularının çıkması için? Arkadan ve yanlardan gelmeli. Böyle geldiği zaman kar tabakalarının, kütlelerinin gölgeleri olur, rölyefleri olur. Bu rölyefler zemin oluşturur. Siz o karı görürsünüz. Somut olarak görürsünüz karı. Bunu yapmazsanız süt beyazda adam batıp çıkıyor, siz de kaloriferli dairede bir koltukta oturup izliyorsunuz. Filmin içinde hissedemezsiniz.  Bir görüntü yönetmenin görevi sizi alıp filmin içine hapsetmektir.  O karda olanla yolculuk yaptırtmak en azından size hissettirmektir. Benim görevim. O zaman siz hikâyenin bir hissesi olursunuz. Filmle bir akrabalığınız oluşur.

Belki kitaplar yazar ama bir hikâyeyi nerede çekiyorsunuz? Diyelim ki Doğubayazıt dolaylarında geçmesi gereken bir öyküyü çekmek istiyorsunuz. Her coğrafyanın farklı bir dili vardır. Bunu zaten okudukça ve yaşınız ilerledikçe daha çok farkına varmaya başlıyorsunuz. Her coğrafyanın farklı bir ağız türü, farklı bir kesmeleri vardır. Vadileri vardır. Bazı yerlerde ormanlık yumuşaktır hatları çok keskin değildir. Vadileri mesela, Bolu, ormanlıktır ama yumuşak vadileri vardır. Ama sen Doğubayazıt yahut doğu Karadeniz öyküsü çekiyorsun.  O zaman Bolu’da çekersen, işte bu samimi olmama halidir. Çünkü hikâye doğu Karadeniz ise evet doğu Karadeniz’i izleyici bilmeyebilir ama doğu Karadeniz’in görseli serttir. Yani vadileri keskin ve derin yarıklar oluşturur bazı yerlerde ağaç hiç yoktur. Uçurum vardır. Bolu’daki gibi kamerayı nereye çevirirsen çevir hep birbirine yakın eğimleri yumuşak ve ağaçlarla desteklenen her tarafı yeşillik yer bu soft bir görüntüdür. Keskin hikayelerin geçtiği bir Doğubayazıt değildir. Doğuda yeşillik yok denecek kadar azdır. Karadeniz hatları keskindir. Vadileri keskindir. Bıçak kesmiş gibidir ve sinematografi keskin hatları sever. Her hikayeyi kendi yöresine çekmekte fayda var. Köylerde en çok dikkat edilecek olan kostümdür. En çok yapılan hatalar diyalekttir. Bu diyalekti konuşturmaya çabalarlar. Oyuncuları konuşturmaya çalışırlar. En büyük falsolar, aldatma bu kısımda başlar.

Mesela Düttürü Dünya! Her filmin sosyolojik bir akışı vardır. Yani sosyolojik akış, gerçekliğin tam kendisidir. Hep ne konuştuk? Seyirciye dürüst ol! diyoruz. Ulus’ta bir gece kulübü fakat çok lüks. Hikaye şöyle; klarnetci Kemal Sunal, bir gecekonduda oturuyor. Klarnet çalıyor, ailesine bakmaya çalışıyor. Adam klarnetçilikten kazandığı parayla gecekondunun kirasını dahi ödeyemiyor. O zaman nasıl olmalı para kazandığı pavyon? Sınıfsal olarak çok düşük olması lazım. Bunu yaratmanız lazım atmosfer olarak.  Bir yere götürdüler bizi, mekan o kadar güzel ki, kamerayı nereye çevirirsen çevir, mekan çok lüks. Rahmetli Zeki Ökten’e şunu söyledim;  Zeki abi, ya bu adam burada klarnet çalarsa bulduğumuz gecekonduda geçim derdi kira derdi yaşamaz. Mantık olarak kaç para aldığı önemli değil, insanda böyle bir algı yaratır. Bu algıyı seyirciye verirsek, bu film çöker. Zeki abi dedi ki; Evet doğru söylüyor, değişelim. Prodüktör, kitaplarda hiç olmayan bir olguyla karşılaşıyor. Siz de karşılaşacaksınız. Ne yaptık? Duvarları gölgede bıraktık. Yani duvarları görmeden o mekânın albenisini görmemeye çalıştım. Sonra kırık ışıklar dediğimiz, kontrolsüz ışıklar, serseri ışıklar. Görünüşte hiç estetik bir durum yok. Gayet kötü. Evet kötüyü bilerek yaptım çünkü kalitesini düşürmeye çalışıyoruz. Bilinçli olarak kötü yaptık. Bunu Zeki Ökten de onayladı ve çalışmamızı öyle devam ettirdik.”

img_4930a

Çakmakçı’dan Altın Öğütler

“Günün altın saatleri vardır. O altın saatler bir sabah, bir de akşam 20 dakika civarıdır. Akşam güneş battıktan sonra zifir karanlık gelene kadar 15  – 20 dakika kadar Parliament mavisi dönemi vardır. Bir de sabah güneş çıkmadan evvel 15-20 dakikası vardır. Günün altın saatleri bu zamanlardır. Ben filmde senaryoyu elime aldığımda buna uygun sahneler var mı diye bakarım.  Çok sevdiğim sahneler olduğu için görsellikle hikayeyi desteklemek adına çok etkili anlardır bunlar. Tabii ki sahnenin dramatik yapısının o ana uygun olması lazım. Yoksa altın saatler çok iyi, çok etkileyici diye o saatlerde çekmek doğru değildir. Mutlaka sahnenin dramatik yapısının talep etmesi lazım. Bu saatte çekilirse çok etkili olur diye. Yani neyin peşindeyiz? Hep doğrunun peşinde koşuyoruz.

Şimdi diyorum ki; ışık ve gölgenin görsel anlatımdaki etkinliği tartışılamaz. Bir görüntüde, bir kare içinde, mutlaka gölgeler olmak zorundadır. O gölgeler Latin harfi gibi yazı yazmaz. O gölgeler subliminal yoluyla izleyicinin seyircinin bilinçaltını etkilemeli. Nasıl etkileyecek? Yarattığın gölgelerin dokusu bir mana yaratır. O değişkendir şöyle olur diyemem. Herkesin hissetme ve yaratma kudreti farklıdır. Ama yolunu ben size anlatıyorum. Kare içinde mutlaka gölgeler olmalı. O gölgelerin bir dili olur. Bilinçaltına gönderdiği bir sözcük olur. Bir karede söz yoksa, sayfaları boş bir kitaba benzer. Mutlaka kare içinde gölgeler olmalı. Bunun için de ışık kaynakları kameranın açısından gelmemeli. Yoksa o gölgelerle yarattığınız sözcükleri, o yazıları yok edersiniz.”

Haber: Şükran ÖZMEN
Fotoğraflar: Ferhat YİYİT-Berk TUNCER

Göz Atın...

Bayramımız Kutlu Olsun!

Millet Egemenliği'nin sembolü olan TBMM'nin 104. kuruluş yıl dönümü ve 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun.

Bir Yorum

  1. Çok başarılar ellerinize sağlık çok güzel bir sunum ve güzel fotoğraflar cekmiş siniz sunumu hazirlayan ve fotoğraf ceken arkadaşlara teşekkür ederim.